13 Haziran 2015 Cumartesi

FRANSA'NIN KEŞFEDİLMEMİŞ ŞEHRİ ANNECY...


Uzun süredir yazamadığım için arayı kapatmak biraz zor olacak; ondan hemen başlamakta fayda var;

Daha önce adını dahi duymadığım bu muhteşem güzelliğe, okulun İsviçre'ye düzenlediği gezi sayesinde gittim...


Sabah 5.30'da Torino'dan ayrılışımızın ardından öğlene doğru Cenevre'de- Dünya Ticaret Örgütü'nde- yemek yiyordum. Öğle yemeği ardından, Birleşmiş Milletler ve Dünya Ticaret Örgütü'nün bizim için hazırladıkları sunumlarını dinledik. 


Cenevre şehir merkezinde gezme şansım olmasa da şehir ile ilgili ilk izlenimim çok kasvetli oluşu... Sürekli yağmur yağması da cabası...

Ancak bunun yanında gözden kaçmayacak derecede yeşil ve sakin... İtalyanların trafikteki deli hallerinden sonra, İsviçreliler çok sakin geldi açıkçası! 


Ancak yediğimiz vasat yemekler ve ödenen gereksiz fazla hesaplar da İtalyanları aratmadı diyemem...



Bunun dışında Dünya Ticaret Örgütü'ne randevu almadan girmek çok zor. Biz toplu bir gezide olduğumuz için her şey önceden ayarlanmıştı; dolayısıyla hiç beklemeden direk içeri girebildik. Ancak yüzlerce insan kapıda içeri girmek için sıra bekliyordu ve sürekli yağmur yağması gerçeği de hiç hoş değildi. Ancak beklemeye gerçekten de değer bir yapı! Kesinlikle görülmesi gereken yerler arasında... 






Cenevre'deki "jet tur"umuzun sonrasında akşam üstü Annecy'e doğru yola çıktık. Yaklaşık üç saat süren kara yolu yolculuğu sonrasında, herkesin anlata anlata bitiremediği şehre nihayet vardık.


Yol yorgunluğu bir yana, gidiş tarihimizin de uygun olmayışı (1 Mayıs) üzerine Cenevre'den beri peşimizi bırakmayan yağmurun da etkisiyle ilk başta şehir kendisi göstermek istemedi desem yerinde olacaktır. Ancak şehirde ilk dikkatimi çeken şey trafik ışıklarının olmayışıydı.. Ne araçlar ne de yayalar için trafik ışıkları kullanmıyorlar...


Ertesi gün erkenden şehir merkezine doğru yola çıktım ve kendimi Yüzüklerin Efendisi Filmindeki "Hobbit Kasabasın"ı andıran bir yerde buldum... Yemyeşil! Küçücük! Bu şehrin bu kadar popüler olmasına şaşmamak gerek! Şehirde aslında hiç bir şey yok ama her şey var. Bu şekilde tanımlamak doğru olur sanıyorum... Fransa'nın Venedik'i de diyebiliriz.. 

Alplerden gelen tertemiz ve buz gibi sular buradaki Annecy Gölünde toplanıyor; gölün etrafına da şehir kurulmuş. Ancak şehir merkezinde kanallar mevcut, tıpkı Venedik gibi... Kanalın etrafı küçücük Fransız Cafeleriyle dolu. Ancak yer bulmak neredeyse imkansız; özellikle hafta sonları. Biz, biraz da kalabalık olduğumuzdan, iki saate yakın oturabileceğimiz bir yer bulmaya çalıştık. 
Görünen o ki, bu küçük şehir balayı için çok ideal. Şehirde herkes ya balayında ya da hafta sonu kaçamağında... Cafelerde dahi tüm masalar iki kişilik.

Venedik'ten farklı olarak, Annecy labirent gibi değil; tek bir caddeden oluşuyor. Ana caddenin paraleli caddelerde daha çok yerleşim yerleri. Doğal ve sade (ve pahalı)... 



Mutlaka gidilip görülmesi gereken bir yer... İnsanı sürrealizme sürüklüyor; gerçek dışı bir yerdeymişsiniz hissi uyandırıyor.

Güler yüzlü insanlar ve Fransız aksanı da bu şehri güzel yapan başka bir unsur tabiki...

Z.









10 Nisan 2015 Cuma

Paskalya'da Paris

Paris her zaman iyi bir fikir gerçekten de! Bu şehrin ışıkları hiç sönmüyor; sürekli canlı... 

Klasik bir Paris turu yapmanın zararı olmaz diyerek "Camps Elysees" ve "Tour Eiffel"den gezmeye başladım. Ve tabiki de "Musee de Louvre"... 

Bunun yanında konuşulan ritmik bir dil ve muhteşem yemekler! Bu şehre "aşıklar şehri" denmesine şaşmamak lazım; gerçekten de herkes çift... Ancak biz iki kız kesinlikle daha güzel vakit geçirdik!

Yağmurlu ve puslu bir hafta sonu olmasına rağmen çok eğlenceliydi. 

İlk akşam "Epicure Restaurant"taydık. Masamıza 21:30 civarında oturduk ve saat 23:30 olmuştu ve biz hala bir şeyler yiyorduk. Filmlere ev sahipliği yapan bu restaurant inanılmaz. Sürekli ikramlar, peynirler, ev yapımı ekmekler, şaraplar, deniz ürünlerine doyamadık... Gecenin sonunda gelen bir servis arabası dolusu macaron ise geceye damgasını vurdu adeta! Macaron şehrinde başka tatlı yemek beklenemezdi zaten. 

 Daha sonrasında Paris'in ışıkları altında "Champs Elysees"de yürüyüş yaptık. Yağmur yağıyor olmasına rağmen kalabalık olan bu bulvarda biz de saatlerce yürüyerek geceyi sonlandırdık.

Ertesi sabah ilk iş olarak Musee De Louvre'da "Mona Lisa"yı ziyarete gittik. Elbette sergilendiği salon hınca hınç doluydu. Ama elbette ki Paris'e kadar gelmişken Mona Lisa'yı görmemek olmazdı...   



 Müzenin ilk katında hızlı bir tur attıktan sonra vedalaşarak oradan ayrıldık. Ancak bu müze için Paris'e en azından on gün gitmekte fayda var çünkü bilindiği üzere devasa müzeyi bir günde hatta birkaç saatte gezmek imkansız.   

Müzeye giriş sırası çok fazla; ancak Sein Nehri tarafından girildiği zaman daha hızlı işlem yapılıyor çünkü herkes ana girişe yöneldiğinden insanların müzeye girişi saatleri bulabiliyor. 

 Ve en sevdiğim yer olan "Laduree". Tek kelime ile inanılmaz! Olağan üstü! Macaronların atası dersem yanlış demiş olmam diye düşünüyorum. Paris'te nerede kahvaltı yapılır derseniz; tek cevap var! LADUREE...  

 Burayı nasıl anlatırım gerçekten bilemiyorum... Gümüş çatal bıçak takımları, kristal bardaklar, incecik porselenler... Yemekleri söylemiyorum bile çünkü burada ne yendiğinin pek de bir önemi yok... Her şey o kadar güzel ki. Bir taraftan kendi kahvaltımı yaparken, diğer masalarda insanların ne yediğine bakmaktan kendimi alamadım. 

Ben "French toast" tan yana tercih yaptım ve çok başarılı buldum.
Ancak belli bir saatten çok sonra çok kalabalık olduğu için gitmeden önce rezervasyon yaptırmakta fayda var.

Daha sonrasında ise elbette macaronların denedik. Burada insanın kendisini kaybetmesi gerçekten içten değil... 

 Alış veriş bölümüne gelecek olur isek Paris çok doğru bir tercih. Çünkü her kitleden insana hitap ediyor. Aslına bakılırsa Milano bile yanında zayıf kalıyor diyebilirim. İlk tercihimiz "Galeris Lafayette" idi. Kocaman olan bu alış veriş merkezinde her şeyi bulmak mümkün... Bunun dışında alış veriş caddeleri ve daha bir çok AVM bulmak mümkün. Ancak kısıtlı zamanımız olduğundan yolda vakit harcamamak ve bir kerede her şeye bakabilmek adına Lafeyette ilk tercihimiz oldu. 

Son günümüzde ise "Notre Dame" kilisesine gittik. Normalde zaten turistlerin akımına uğrayan kilise,  bir de paskalya olduğundan iyice kalabalıktı. İçeri girmemiz yarım saati bulduysa da beklemeye değer kesinlikle...

Dillere destan olan bu kilisenin yapımı 1500'lerde başlamış ve 1900'lerde tamamlanmış.

Kilisinin dışında ise Fransızların Dünyanın Merkezi yani "Zero Point" olarak adlandırdıkları nokta var. Bu nokta da oldukça ilgi görüyor. Tabiki biz de dünyanın merkezine ayak izlerimizi bıraktık...


Son olarak gittiğimiz yer ise Ressamlar Tepesi yani "Place du Tertre". Buranın tepesinde görkemli bir kilise bizi karşıladı. Yukarıya çıkmak meşakkatli olsa da buna değiyor cidden... Tepeye çıktığında tüm Paris'i ayaklarınızın altına alıyorsunuz. Ayrıca şehrin kalabalığından sonra nefes almak için de güzel bir yer. 

Kilisenin arka tarafına geçtiğimizde ise, buranın isminin neden ressamlar tepesi olduğunu anladık. Gerçekten de her yerde insanların resimlerini yapan ressamlar bulunuyor! 

Turistler portlerini yaptırıken, küçük cafelerde kahvelerini içebiliyorlar. 


Paris şüphesiz ki Avrupa'nın en güzel şehirlerinden bir tanesi ve bir hafta sonuna sığdırmaya çalışmak imkansız olmasının yanı sıra ışıklar şehrine yapılan bir haksızlık adeta... 

Bu şehri sindire sindire dolaşmak, tanımak gerekiyor. Bunun için de sanırım upuzun bir seyahat!

Yine de çok hafta sonumuz mükemmeldi!! Bunda Paris'in de etkisi olsa da bazen nerede değil kiminle olduğunuz daha çok önemlidir :)

Z.


















28 Mart 2015 Cumartesi

Eatly&Bicerin Haftası...


Geçen bir hafta sonunda dinlenebilme fırsatım olduğu için memnunum... Sınav, stres ve koşturmayla dolu bir hafta olsa da burada olmak bunları unutmama yardımcı oluyor.

Bu hafta gittiğim yerlerden ilki Torino'nun en çok övündüğü yemek konsepti olan slow food; yani Eatly. Şu ana kadar Torino'da toplam üç yerde gördüğüm; birisi Mole'nin içinde, diğeri ve en büyüğü "Viz Nizza"da ve benim gittiğim olan sonuncusu ise "Via Carlos Alberto"da. Öğle yemeği vaktinde gittiğim için genelde yakın iş yerlerinden çıkıp gelen insanlar vardı. Gittiğim Eatly market kısmından ve yemek yeme bölümünden oluşuyor ve yemek yeme kısmını da üçe bölmüşler. İlk bölümde yalnızca sandviçler, salatalar ve atıştırmalıklar var, diğer bir bölümde yalnızca makarnalar ve alt katta olan son bölümde ise sadece pizzalar var. 







Ben makarna kısmında iki çeşit makarna denedim. İlki Pesto sosu ve fıstıklı bir sosla yapılmıştı; diğeri ise günün makarnası yani kalkan balıklı makarna idi. Bunun dışında servis elemanlarının çok cana yakın olduğunu söyleyebilirim. İngilizce Menü'yü bulamadıkları için tek tek tüm makarna çeşitlerini anlatarak doğru bir seçim yapmama yardım ettiler.


 Torino'nun en ünlü kahvesinin tarihine bakıldığında, 1873 yılından beri küçücük bir cafede yapıldığını ve bu cafenin Torino'da çok ünlü olduğunu öğreniyorsunuz. Sürekli olarak aradığım bu cafe aslında çok yakındaymış! Bugün 15 derece olan havanın tadını çıkarmak için öğle yemeği yemeye giderken  gözüme bomboş bir meydanın yalnızca bir köşesinde bekleyen insanlar çarptı. İnsanlara yaklaştıkça bu kalabalığın aslında bir kuyruk olduğunu anladım. Girmeye çalıştıkları yer o kadar küçüktü ki... Başta bir anlam veremesem de kafamı kaldırıp cafenin adını gördüğümde Torino'daki ilk Bicerin'i yapan o ünlü cafeyi bulduğumu fark ettim. Ancak çok fazla insan içeriye girmek için sırada bekliyordu. Bu sebeple önce başka bir yerde yemek yeyip, şansımı tekrar denedim. Ancak yine insanlar kapıda beklemekteydi. 
Bunun üzerine Bicerin'i alarak dışarıda içmeye karar verdim ve içeriye girdim. Bu hayatımda gördüğüm en en en küçük cafe! İtalya'da tüm cafeler küçük ancak bu mini-minnacık... 

İçeride yalnızca sekiz masa var ancak herkes tek bir masada oturuyormuş gibi. Cafede yalnızca bir kişi çalışıyor; muhtemelen sahibi olan bayan ve bir de bulaşık yıkayan birisi var. Zaten içeride ayakta durabilme imkanı yok çünkü zaten masalar dolu olduğundan yalnızca bir kişiye yürüyebilecek kadar boşluk kalıyor... Bu fotoğrafı kapıdan çektim. Yani cafe tam olarak bu kadar! 

Torino'da içtiğim en pahalı Bicerin burada! Orijinal Bicerin buradan çıktığı için çok turist çeken cafede bir Bicerin 5 Euro. Değer mi derseniz, kesinlikle! Yanında yemek için ev yapımı çok güzel pastalar, kekler ve kurabiyeler mevcut.

 Cafe o kadar ilgi çekiyor ki, cafenin tarihçesinin anlatıldığı ve kendi üretimleri olan çikolataları sattıkları başka bir bölümü bile var.

Burada 1873 yılından beri hazırlanan Bicerin'in orijinal olduğuna dair alınan belgelerden bulunuyor...

Paskalya yaklaştığı için, Paskalya'ya özel üretilen dev yumurta şeklindeki çikolataları da unutmamak lazım tabi ki...

"Piazza Della Consolata"da bulunan bu minnoş yer bundan sonra en gözde cafem olacak!


Son olarak bahsetmek istediğim yer ise Torino'nun Jazz Bar'ı...Hafta sonları müthiş bir orkestra ile dans etmek için gerçekten ideal bir yer... 

"Via Giovanni Giolitti"de bulunan bar, özellikle cuma akşamları tercih ediliyor. Saat 22:00'dan 1:00' e kadar orkestra dünyaca ünlü Jazz parçalarını seslendirirken, insanlar da dans edebiliyor. Buraya ilk girdiğimde herkesin ne kadar da güzel dans ettiğine çok şaşırdım. Daha sonradan öğrendim ki sahnede dans eden herkesin bir dans geçmişi oluyormuş; hatta birlikte dans dersleri alarak burada pratik yapma fırsatı buluyorlarmış. Ancak buraya erken gelmekte fayda var. Çünkü sahne neredeyse tüm barı kapladığından insanlara oturacak yer pek kalmıyor.

Güzel bir hafta sonu dileğiyle... Z.







17 Mart 2015 Salı

Ada Kaçamağı...

Hafta sonunda beni Londra'da dört gözle bekleyen canım arkadaşlarımın yanına gittim. Ben gelmeden önce güneşli olan Londra, her nedense uçağım iner inmez yağmurlu ve soğuk bir havaya dönüştü ve ben gidene kadar da güneş açmadı. Ancak bu durum, bizim gezmemizi ve eğlenmemizi engellemedi.


Londra'ya ilk gidişim olmadığından, klasik turistik tur yapmak istemediğimi daha önceden söylediğim için bu sefer daha değişik bir program hazırladık..


Cuma günü akşam vardığım için günü sakin geçirmeye kara verdik ve "Oxford Street"de yürüyüş yaptık. Bir Irish Pub'ta "Guinness"lerimizi içerek geceyi tamamladık...






Cumartesi sabahı ise güne erken başladık. Oxford Street'e yeni açılmış olan "Simit Sarayı"nda simit peynir ve domateslerimizi yedikten sonra, Londra'nın alış veriş caddelerinde dolaştık. Her ne kadar havadan dolayı şanssız olduğumuzu düşünsek de "Selfridges"'de gezerken Heidi Klum'a rastlamak talihimizi değiştirdi sanırım!



Akşam ise , yaklaşık 2 ay öncede rezervasyon yaptırdığımız, "Bisopsgate" bölgesinde bulunan "Heron Tower"ın 38. katında "Sushi Samba" isimli Restaurant'ta; güneşin batışını beyaz şarabımız ve kalkan balıklarıyla izlemek paha biçilemezdi. Dünyaca ünlü Sushi Samba, Heron Tower'ın iki katını kaplıyor ve üst katında bir bar var. Dört tarafı camlarla çevrili olduğu için Londra ayaklarınızın altında kalıyor... Ve bir de muhteşem dekore edilmiş terası var! Ancak ne yazık ki, hava çok rüzgarlı olduğu için teras kapalıydı... Burada 18.30'dan gece yarısına kadar vakit geçirip, "Mill Street"te bulunan "Maddox" isimli gece klubünü de gördükten sonra gecemizi sonlandırdık... 


Londra gece hayatında jean pantolon giymek kesinlikle yasak; ayrıca bayanlarda topuklu ayakkabı zorunluluğu var...

Ertesi gün, en sevdiğim bölgelerden biri olan, Camden Town'da kahvaltımızı yapıp, bu çılgın bölgeyi gezmeye başladık. Hava çok yağışlı olduğundan sürekli kahve molası vermemiz gerekse de cıvıl cıvıl ve bir o kadar da asi olan Camden yine çok güzeldi. Burada tüm bölgeyi kaplayacak şekilde kurulmuş mağazalar ve pasajlar bulunuyor; hatta pasajı bir tanesi bir ahırdan bozma imiş... Esnaf genelde göçmenler olduğu için bölge karışık denebilir; bu nedenle çantalara ve telefonlara sahip çıkmakta fayda var!

Ve gezinin en güzel anı hiç şüphesiz "Condiut Street"te yer alan "Sketch Restaurant"ta geçirdiğimiz saatlerdi. Aynı zamanda Barı da bulunan Restaurant iki yıldız sahibi ve özel partilere de ev sahipliği yapıyor. Eşsiz yemekleri ve zengin şarap menüsünün yanı sıra, ilginçtir ki, en ilgi çeken tarafı tuvaletlerinin dizaynı! Masalarında sakin sakin oturan insanlar, tuvaletleri görünce deli gibi resim çekiyorlar. Bu değişik ayrıntı bu Restaurant'ın ününün çok büyük bir kısmını taşıyormuş aslında...














Dönüş günü geldiğinde ise "adettendir" diye "Westminister"a gidip Parlamento binası, Thames Nehri The London Eye ve Big Ben'e hoşça kal dedikten sonra Torino'nun yolunu tuttum... Beni evlerinde misafir eden canım arkadaşlarım Mine ve Başak'a sevgilerimle... Z.

12 Mart 2015 Perşembe

Rüyalar Şehri...

Akşam yemeğinin ardından yürüyüş yapmak için dışarı çıktım. Evden çıkarken hiç bir planım yoktu; boş boş yürürken sıkılır mıyım ki diye boşuna düşünmüşüm. Çünkü insanın bu şehirde sıkılma ihtimali yok! Neden mi? Çünkü her köşe başında bir başka sanat eseri, bir başka tarihi bina var da ondan... 

Şehir buram buram tarih kokuyor. Arnavut kaldırımlarında yürürken, kendimi Orta Çağ döneminde çekilen bir film setinde hissettim; ve her dışarı çıkışımda bu his hep var! Aynı sokaklardan her gün geçsem bile, her geçen gün başka bir detay gözüme çarpıyor ve bu sayede sanki o sokaklardan ilk defa geçiyormuşum gibi hissediyorum. Şehir tüm güzelliğini bir kerede göstermiyor adeta! Torino'yu tamamen anlayabilmek ve tanıyabilmek için detaylarda kaybolmak gerekli; başka yolu yok. Ama ne yazık ki bu dediğim hemen olacak bir şey değil. Bugün buradaki 38. günüm ve evimin olduğu sokakta dahi her gün başka bir detayla karşılaşıyorum. Bu aslında çok heyecan verici!

 Gitmeyi en çok sevdiğim yerlerden birisi "Madama Plazzo"; yani Torino'nun opera binası. İçeriye girip binayı incelemeyi çok seviyorum ve balkonundan tüm şehre bakmak da harika doğrusu! Hafta sonları inanılmaz dolu oluyor; dolayısıyla ben hafta içi gitmeyi tercih ediyorum. Eve giderken şöyle bir göz atmak en sevdiğim aktiviteler arasında!


 Bunun dışında, Mole'ye bakmak nedense her zaman huzur veriyor insana. Henüz Torino'nun ""Eiffel Kulesi'ne" çıkamamış olsam da, o merdivenleri teker teker çıkacağım günü sabırsızlıkla bekliyorum...

Torino'yu temsil eden en önemli bir başka şey ise Slow Food konsepti... Fast Food'a tepki olarak doğan bu akım yemeklerin doğal veya organik malzemelerden oluşmasını ve yavaş yavaş sağlıklı bir şekilde piştikten sonra, belki güzel bir İtalyan şarabı eşliğinde, tabiki tatlı bir sohbet ile acele edilmeden yenilmesini; yani tadının çıkarılmasını öngörüyor. Bu konsept tüm dünyaya yayılmış durumda ve ilk ve en önemli temsilcisi ise Torino kökenli "Eatly". Eatly, İstanbul da dahil olmak üzere dünyanın bir çok şehrinde var. Fiyatlar normale göre biraz daha pahalı olsa da, kesinlikle denemeye değer!

          










Şehir merkezinde iki tane hayran olduğum meydan var. Bunlardan bir tanesi "Piazza Carlo Alberto". Bu meydanda birbirinden güzel tarihi binalar yer alıyor. Bir tanesi Torino'nun en ünlü müzesi olan "Museo Egizio" yani Mısır Müzesi. Bu müze dünyaca ünlü ve birbirinden değerli parçalardan oluşuyor. Müzenin hemen karşısında ise bakmaktan en çok keyif aldığım bina olan "Biblioteca Nazionale"yani şehir kütüphanesi. Bu bina adeta insana "Kütüphane dediğin böyle olmalı." dedirtiyor.



Aslında bir öğrenci şehri olan Torino'nun en işlek caddelerinden bir başkası ise "Via Po". Bu cadde "Piazza Castello"dan başlayarak Po Nehri'ne kadar uzanıyor. Cadde üzerinde Torino Universitesi'nin kampüsü olduğundan cadde, öğrencilerin işgali altında. Dolayısıyla bir çok Cafe, butik, sanat galerisi ve kitapçılara rastlamak mümkün. Bunun dışında özellikle Mısırlıların fast food büfeleri bir hayli yer kaplıyor. 

Via Po üzerindeki Cafeler oldukça uygun fiyatlı. Özellikle Aperotivo için çok uygun. 

Bunun dışında, karşılaştığım her yeni meydan benim için heyecan verici! Bu şehir yaşamak için çok uygun aslına bakılırsa, çünkü ne çok büyük ne de çok küçük... Sıkılınmayacak kadar büyük ama benimsenecek kadar da küçük... Rüya şehir Torino'dan iyi haftasonu dileklerimle...    Z.